Monday, September 28, 2015

Her şey batar, Mandabatmaz


Oldukça güzel bir kahveci ismi "Mandabatmaz" Bu öğlen yemeğimden sonra kahveyi orada içmeye niyetlenmiştim. Kısa bir google araştırması yapmadan da, amblemi görmeden de kahvecinin ismindeki esprinin yapılan kahvenin yoğunluğu ile alakalı olduğunu anlamak zor değil. Böylesi yoğun bir kahvede manda bile batmaz. Bunu hemencik anlamak benim için kolay oldu. Eskiden olsa bunu bu kadar kolay anlamamı çok zeki olmama verirdim. Ben hepinizi aptal sanıyordum, özür dilerim.

Mandabatmaz'ın sokağında yapılan inşaat orada oturma kararımı değiştirmeme sebep oldu. Çünkü kahve içerken bir yandan da kitap okuyacaktım ve sessizliğe ihtiyacım vardı. O kadar iddialı olmayan, herhangi bir közde kahveci dükkanına oturdum. düşünmeden de etmedim, manda zaten batmaz ki, vakti zamanında Sarıyer'den denize girip, boğazı geçip, Beykoz tarafındaki bostanları talan edebilen gerçek bir maraton yüzücüsünden bahsediyoruz. Sen zaten batırmak istesen de batmaz o manda. başka manada dediniz biliyorum ama düşünmeden edemiyorum işte.

Kahvemi içerken yayın evimizin bastığı kitaplardan birisini okumaktaydım. Geçen hafta bu kitabın oldukça met edildiğine şahit olmuş, yoksa bizim dönemiz edebiyatında bir Yusuf Atılgan, bir Tezer Özlü mü var diye düşünüp kaygıya kapılmış ve kendi yazdığım öykülerden bir dosya yapma fikrini sonsuza dek ertelemiştim. Fakat kitabın bir bölümünü okudukça bu hiç tanımadığım yazarı biraz erken gözümde büyüttüğümü fark ettim. Okudukça yaptığı işi küçümsedim, yüzümde kibirli bir gülümseme ile romanına devam ettim. Yer yer etkilendiğim anlar olsa da, bir ihtimal bu yazar kadar iyi yazamayacak olsam da, okuduğum metin o kadar da iyi değildi. Bu metin bu denli beğenildiyse benim yazdıklarım da beğenilirdi belki. Her zaman olduğu gibi kötüden emsal alıyordum işte. Çünkü iyiden emsal alınmıyor, iyi doğrudan moral bozup iştah kesiyor.

Vasat bir yazarın eseri ile motive olup bir öykü yazmaya başladım. Babamın bana orospu çocuğu diyerek kızdığı finali olan bu öykü melankolik-komik bir bir çizgide ilerliyor. Sonuna yaklaştım sayılır ama tekrar tekrar yazarım. Bu öyküyü yayın evine takma bir isimle göndereceğim. Çünkü yazarının ben olduğumu bilirlerse ve öyküyü sevmezlerse benim buradaki özgüvenim sarsılır. zaten sarsılmaya yer alıyor. Bir yandan da sarsılıp sarsılıp yıkılmıyor. İyisi mi ben öyküme döneyim. Gerçi yapmam gereken işlerim de vardı. Bırakmıyorsunuz ki yapayım.






Tuesday, September 22, 2015

Serdar-ı Ekrem, Doğan Apartmanı.



Öğlen yemeklerimi Şişhane-Tünel tarafında yediğimde bazen kahve içmek bazen de sırf havasını alayım diye geçtiğim  Serdar-ı Ekrem, belki de İstanbul'un en güzel, en zarif sokağı. Galata Kukesi'ne çıkan sokağın merkezi ise Tarkan'ın bir, Sezen Aksu'nun iki, Okan Bayülgen'in üç daire sahibi olduğu 105 yaşındaki "Doğan Apartmanı."  İnsan merak edip bakıyor tabi, bakmadan olmuyor, 2 milyon dolar civarında daireler. Bir de komşularınızın sizi onaylaması lazımmış. 2 milyonun üstüne 1 milyon da komşuları satın almak için veririm diyenleri tutmayayım, o kadar paraya değer mi bilmiyorum. Hiç bir zaman o kadar param olmayacağı gerçeğini bir kenara bırakarak, olduğunu varsaydığımız bir ortamda da oradan daire almayı düşünmem. Okan Bayülgen'i sevmiyorum çünkü. Şaka yapıyorum, elbette bu belirleyici bir sebep olamaz. Zaten Okan Bayülgen'i kim seviyor ki? Öyle olsa o binada kimse yaşamazdı.

Ne diyordum, evet buradan daire satın almak istemezdim ama elime aniden güzel para geçse, ne bileyim TRT için çekilecek olan filmimi sinemada da gösterime sokmaya karar verseler, film patlasa, Hollywood biz bunu adapte edeceğiz deyip telifini alsa, yani elime şöyle bir beş yüz bin lira geçse buradan bir yıllığına bir daire tutmak isteyebilirim. Çünkü başka başka güzel binalar ve yerler de var ve nereye gitsen aklın bir diğerinde kalıyor. Bu bağlamda tüm sermayeyi tek eve bağlamakta hareket kabiliyetini sınırlıyor.

Bakın ne anlatacağım. Eskiden çalıştığım bir şirkette çok fazla mesai yapardım. Ben fazla mesai ödemiyorlar sanıyordum. Fakat bir gün, herhalde bir dava kaybetmiş olacaklar, 3,5 senelik fazla mesaimi bana bir seferde ödediler. Maaşım dört bin lirayken yirmi bine yakın para almıştım. Hemen o yaz Büyük Ada'da bir daire tuttum. Paranın tamamına yakını bu işe gitti. Tuttuğum çatı katının iki cephesinde iki ayrı terası vardı. Bunlardan birisi İstanbul sahillerine, diğeri ise Heybeli'ye ve Marmara'nın güneyine doğru bakıyordu. Orada harika bir yaz geçirdik. Eşimle bir gün paramız olduğunda bu evi satın almanın hayalini kurduk. Fakat şimdi düşünüyorum da o yazın o kadar güzel olmasının bir sebebi de yaz bittiğinde evden çıkacak olmamız, o evi hep özleyeceğimizi bilmemizdi. Yaz aşkıydı ani bu. Sonrasında defalarca adaya gidip o binanın sokağından çıktık. Başımızı kaldırıp terasa baktık, anılarımız canlandı. Çatıdaki martı yavrusu Canısın'ı (adını biz koymuştuk tabi) düşündük.  Oğlumuz olduktan sonra da iki kere gittik. Kapıyı itsek açılır mıydı? Evin Fransa'da yaşayan Yahudi sahibi hala daireyi tutuyor muydu? Orada bizden sonra kimse yaşamamış gibi duruyordu. Ya gel bir çıkalım kilidi bozuktu dedi eşim bir keresinde, oradan içeri kafasını bir kere daha sokmak için sabırsızlanıyordu. Bizim ihtiyacımız olan zamanda bir kapıydı, gerçek kapıyı ittirip girsek ne fark ederdi?

Doğan Apartmanı da sadece güzelliği değil, yaşı, yaşanmışlığı, belki mevcut komşuları ile değil fakat yüz  yıl içinde ağırladığı kişilerin ağırlığı ile en azından bir sene, içinde yaşamayı çok ama çok cazip kılıyor. Değil dairelerin, binanın içine bile giremesek de sokağından geçmek, sokağın karşısında apartmanın duvarına bakan kahvecilerden birinde espresso içmek çok ama çok güzel.

Monday, September 21, 2015

Fransız Kültür ve Şener Şen



Bir dönem  çalıştığım Fransız şirketindeki abilerden birisi ile buluştuk Fransız Kültür'de. Dışarıdan bakıldığında kapıdaki güvenlikten ötürü içeride bir cafe olduğu düşünülmüyor ama var. Menüsü zengin değil, yemekler pek lezzetli de değil, fiyatlar da uygun sayılmaz pekiyi burada ne işimiz var? İçerisinin atmosferi gerçekte çok hoş. Üstelik aldığım hizmet kalitesi de tatmin edici. 

Buraya bundan iki sene önce o dönem beraber çalıştığım bir senaryo ekibi ile gelmiştim. Daha doğrusu beni onlar getirmişti. Türkiye'nin gelmiş geçmiş en kötü komedyenlerinden birisi için bir senaryo siparişi almıştık. Önden ufak bir avans da aldığımız senaryomuz bittikten sonra yapımcıdan veto yedik ve maalesef senaryo masada kalmış oldu. Kötü bir senaryo değildi. Sonrasında komedyene başka bir prodüksüyon yapıldı ve film Türk Sinemasının gelmiş geçmiş en karaktersiz, en vasat, en nefret edilesi filmlerinden birisi oldu. Bu vesile ile bu kötü komedyen bir daha film yapma fırsatını sonsuza kadar elinden kaçırmış oldu. Bu bakımdan bakınca isabet olmuş, sinemamız kurtulmuş gibi hissediyorum.

İki yıl önce bu mekanda buluşup çalıştığımız sırada bir masada da Şener Şen vardı. Halkın içine karışma konusunda çekinceleri olmayan, sıcak bir ünlü olarak gördüğüm Şener Şen ile farklı yerlerde karşılaşmışımdır. Yıllar önce ilk çalıştığım iş yerinden kovulmaktan beter edildiğim bir dönemde gittiğim Ara Cafe'de karşımdaki masada kendisini görünce çok şaşırmıştım. Hatta o kadar şaşırmıştım ki bir an kendisini tanıyamayıp pardon biz bir yerden tanışıyormuş acaba, benim adım Kerem dediğim de o da bana ben de Şener Şen demişti. Sonra Ara Güler beni mekandan kovmuştu. Bu dönem aynı zamanda yazar olmaya karar verip nereden başlayacağımı bilmediğim için uzun zaman sürecek bir bocalama döneminin başına tekabül eder. Bir kaç kere de Salacak'taki evimin civarında gördük. Sanırım komşuyduk. Bakkaldan alışveriş ediyordu, bakkal "Yumurta da vereyim mi Şener Abi?" dedi, Şener Şen de "Yumurtam bitmedi, yumurtada hep tedarikli giderim" dedi. Bakın bu blog sayesinde Şener Şen'in yumurtayı çok sevdiğini öğrendiniz. Bir işinize yaradı mı? Hayır. 

Uzun zaman sonra Fransız Kültür'de olmak güzeldi. Eski günlerden konuştuk. Gebze'de kendimi çok kapana kısılmış şekilde hissediyordum. Eski günler güzel miydi bilemedim o an. Gelirim fena değildi, şirkette arkadaşlık hissi vardı ama ne bileyim... Bugün bile orada olduğumu hissettiğimde gelip de göğsüme bir sıkıntı çöküveriyor.  O günler de birisi bana yazdığım senaryonun çekileceğini, benim de bir yayın evinde çalışacağımı söylesem ona inanmazdım. Hatta Gebze'de çalışırken mide kanaması geçirip hastaneye kaldırıldığım bir gün vardı. Bir çok anlamda çöktüğüm bir gündü. Hastaneden çıkınca daha çalışmayacağım demiştim ama 2-3 sene daha devam etmiştim. Şimdi biraz yol kat etmişim gibi geliyor bana. Saçma sapan heyecanlandırmak istemem ama sizin de istediğini şeyler gerçekleşebilir. Fakat kolay olmuyor. Akşam yatıp sabah kalktığınızda arzu ettiğiniz hayata kavuşamıyorsunuz, bedeller oluyor. O yüzden sizlere tavsiyem hayal kurarken tedarikli gidin.


















Friday, August 28, 2015

Türk kahvesine dönüş, ana rahmine dönmek gibi



Gerçekten ama gerçekten çok yorulmuştum.

Bir kahve içmek istediğimde karşıma çıkan seçeneklerin bolluğu yüzünden hasta olabilirdim. Bakın şöyle kabaca bir gruplamak gerekirse; espresso türevleri, sütlü espresso türevleri, filtre kahve ve üçüncü jenerasyon seçenekleri, bir de bunları ne tip kahve ile içmek isteriz acaba? Yani kahvemiz hangi memleketten gelsin? Pekiyi kahvemiz nasıl kavrulmuş olsun? Soğuk mu sıcak mı olsun. Kağıt bardak mı yoksa fincan mı? Burada mı içeriz yoksa orada mı? Orası neresi? Orada bir köy var ya hani uzakta? O köye gidelim. Türk kahvesinden başka bir şeyler içmedikleri o  mesut günlere gidelim.

Gittim.


İstiklal Caddesi'nde Tünel'e yakın bir yer olan Suriye Pasajında Mustafa Amca'nın kahvesini içtim. Yerde tahta tabureler, üzerlerine örtülmüş otantik kilimler.  Yazın en sıcak günlerinde bile havadar olduğunu hissettiren, iki farklı cepheye bakan büyük bir koridoru ile Suriye Pasajı, bana kendimi memleketimde turist gibi hissettirdi. Ne olmuştu bize böyle? Nereden çıkmıştı o kahveler? Kahve işte böyle bir şeydi. daha doğrusu hem öyle bir şeydi hem de böyle bir şeydi ama biz, haydi sizi geçtim kendime atayım bütün suçu, ben kahve sadece öyle bir şeymiş gibi davranıyordum. Ristretto, Espresso'nun kabaca %75'i kadar. Tadı klasik espressoya kıyasla daha sert olmasına rağmen kafeini daha az. Ne işime yaradı bu kadar bilgi benim?  Üstelik evdeki kahve makinesinden hemen hemen istediğim hiç bir lezzeti alamamıştım.


Mustafa Amca'nın kahvesi sevdiğim iri, geniş ağızlı,  dibe doğru daralan bir fincanda geldi kahve. Tam köpüğü höpürdetmelik. Höpürdettim. Hatta kahveyi bitireceğime yakın köylü gibi fincanı elimde şöyle bir çevirip az kalan kahveyi telveyle karıştırıp içtim. Uzun zamandır Türk kahvesi içmediğim için başlarda lezzeti yadırgamış olsam da sona doğru ağzımın tadı iyice gelmişti. Sadece Türk kahvesi içilen günler... Ne de güzeldi seçeneksiz günlerimiz. Fakirdik ama kafamız rahattı. Bir şeyler kaçırıyormuş gibi hissetmiyorduk. Özal'dan sonra marketlere giren Nescafe, çok büyük bir zenginlik gibiydi. İçtiğimizin ne fena bir şey olduğunu anlayana kadar yıllar geçti. Bazısı hala da farkında değil. Dedemin çarşıdan taze alıp evde bizzat kavurduğu, elinde çekip yaptığı kahveye nasıl sırtımızı dönebildik? Evcil hayvanımızı ormana bırakıp eve gazlayan insanlardan bile daha kötüydük. 

Trajediye ara verip biraz da gerçeklerden bahsetmek istiyorum. Türk kahvesi çok kavrulmuş, ince çekilmiş Brezilya kahvesinden yapılıyor. Bildiğim kadarı ile Türkiye'de tükettiğimiz kahve, dünyada pek rağbet görmeyen alt sınıf bir kahve. Genellikle aynı çekirdekten yapılan, aynı şekilde pişirilerek yapılan Türk kahvesini de çeşitlendirip turistlerin akıllarını karıştırıp onlardan biraz intikam alabiliriz. Hem içilen kahvenin isminde belirleyici olan kahvenin çekirdeği değil, pişirme yöntemidir. Mesela espresso kahvesi diye bir şey yok, siz istediğiniz kahveden espresso yapabilirsiniz. Damak tadınıza göre seçiverin. Türk kahvesini Brezilya kahvesinden yapmamız bence oldukça komik. Kahve Yemen'den gelmemi mi bize? demek ki bu işin köküne inmek gerekirse Türk kahvesini Arabistan yarım adası, ya da en olmadı o bölgeye çok yakın olan (şimdi google'dan baktım) Ethiopia'dan gelen çekirdeklerle pişirik içmek gerekmez mi? En azından bir denemek lazım. Çünkü bence Türk kahvesinin dünya piyasasına çıkamamasının sebebi pişirme yöntemi yüzünden değil, kötü  çekirdek kullanılmasından ötürü.

Bu konuda söylemek istediklerim bu kadar.  








Thursday, August 27, 2015

Güzel bir espressonun bir saat hatırı var

Öğlen yemeklerime yalnız çıkıyorum çünkü son ana kadar gitmek istediğim yeri kestiremiyor oluyorum. Karar verirken özgür olmak güzel bir şey. Bence oldukça boktan bir karar bile alsanız, bunun sadece sizin kararınız olması yani bu kararı alırken özgür olmanız her şeye bedel. Bir de ben her insanın günün belli bir gününde yalnız kalması gerektiğini düşünüyorum. Bilmiyorum herkese uyar mı bu, ama keşke uysa. Bu belli yalnız geçirilmesi gereken süre, çok değil bir iki saat olabilir bence uykuyu güzel almak kadar önemli. Dengeli beslenmenin pek bahsedilmeyen, saklı kalmış bir aşaması da diyebiliriz. Kişinin kendinden beslenmesi. Dolayısıyla kendini beslemesi.

Tamam kendimizden besleneceğiz ama yine de yemek yemeyeceği demek değil bu.  Bu hafta üçüncü kez Helvetia'ya gittim çünkü yemeklerin çeşitliliği, gelen hesap falan tamam güzel ama en önemlisi servisin süratinden ötürü yemeği çok hızlı aradan çıkarmam. Bu da bana biraz daha yürüme, ortasında doğup büyüdüğüm şehre bir kere daha bakma fırsatı veriyor. Şehrin gün ben gün değiştiğini hesaba kadar olacak olursak bu oldukça önemli bir fırsat, adeta bir lütuf.

Geçen gün anneme öğlenleri yemekten daha uzun bir süreyi yürüyüşe ayırdığımı söylediğimde duygulandı, oralarda hepimizin ayak izleri var dedi. Annem ve ailesi hayatlarının uzunca bir bölümünü Asmalımescit'te geçirmişler. Dedemin bu bölgede kasabı, manavı ve hatta bir dönem de küçük bir lokantası varmış. Oldukça çalışkan ve kuvvetli bir adam olan rahmetli dedem para kazandıkça yeni bir dükkan açar, açtığı dükkanın başına kardeşini, askerlik arkadaşını, aileden başka birisini falan koyarmış. Bu kişiler dedem gibi çalışkan olmadıkları için her seferinde sermayeyi eşeğe yüklerlermiş. Rahmetli dedem o kadar çok kere para batırıp yeniden çıkmış ki ticari hayatında süren bu karabatak durumu annemi çok huzursuz etmiş olacak ki benim her zaman bir memur olmamı istedi. Oldum da. Tam on sene. Ama özel şirkette iyi kazanan bir memur da olmuş olsam bu benim kararım değildi. Benim, daha önce de izah ettiğim gibi başıma iş açacak da olsa kendi alacağım saçma sapan kararlara ihtiyacım vardı. Çünkü bence insan ancak bu şekilde büyüyebilir ve yaşamın da bundan başka amacı yok. Her neyse, o gücü kendimde bulduğumda yanlış kararları aldım, bedelleri ödedim ama şimdi kendimi daha iyi hissediyorum, doğrusu bu.

Bugün işe gelirken yanıma kahve almayı unutmuşum. Günde iki kere french press'de demlediğim kahveyi içiyorum, alışkanlık yaptı. O sebeple yemeğin üzerine Şişhane'ye yakın bir yere konumlanmış olan kahveci "Drip"e gittim. Drip yeni nesil, çok farklı pişirme teknikleri ve birbirinden farklı tipte kahve çekirdekleri seçeneği sunan kahvecilerden birisi. Bu tarz yerleri seviyorum ama bazen kafam karışmıyor da değil. Yap oradan bir az şekerli, kahvesi de Mehmet Efendi'den olsun diyesim geldi. Basitliği çok özledik. Seçenek denizinde boğulduk ölüyoruz dostlar. Az şekerli dedim değil mi, sahi ben eskiden kahveyi az şekerli içerdim. Aslında orta severdim ama az şekerli demesi çok hoşuma giderdi. Sait Faik öyküsü gibi.

İlerleyen günlerde dedemle ilgili bir takım hoş hikayeler anlatacağım gibi, Sait Faik'in anlattığını düşündüğüm bir kahvede de -sade- Türk Kahvesi içeceğim. O benim gördüğüm kahve, Sait Faik'in anlattığı, bir gurup karadenizlinin aklı kıt arkadaşlarına türlü eziyetlerde bulundukları kahvehane değildir tabi olsun ama ben o niyete içeceğim. Var mı itirazı olan?

Son olarak, drip'e gitmişken bir de espresso içtim. 6 liralık espresso bütçemi bozuyor fakat pek de güzel. Ofiste de espresso pişirmek pek bir imkansız ama bir takım girişimlerim olacak.





Wednesday, August 26, 2015

Ayağımı yerden kessin yeter


Fotoğrafta gördüğünüz bisikletten almayı düşünüyorum. Tabi öncesinde bazı alacaklarımı temin etmiş olmam lazım. İmkansıza yakın bir şeyden bahsediyorum ama müsaade edin de heves edeyim. Bu bisikleti bir eşeğe benzetiyorum ben. Çok sevimli. Katlanabilir olması istediğim zaman toplu taşımaya da rahatlıkla binebilmemi sağlayacak. İşe giderken yürüdüğüm mesafeler uzun. O yüzden git gel günde 20 dakikalık bir kazanç sağlayabilirim. Bir de tabi öğlen yemek yiyebileceğim alan genişlemiş oluyor. Bu da bu blogun  daha zengin, biraz daha uzun süreli olabileceği anlamına geliyor.  Mesela içinde bulunduğum şartlarda Karaköy'de yemek istesem 15 dakika içinde yiyip kalkmak gerekiyor ki o ara hangi tespiti yapacağım da buraya yazacağım? Evet bir bisiklet şart.  Çünkü son yemek yiyecek yer de bittiğinde beyaz adam o zaman Sodexho'nun yenilmeyeceğini anlayacak. Ugh!

Blogdan arkadaşıma bahsederken seninkisi de bir nevi mikro gezginlik dedi. Hoşuma gitti bu laf. Daha makro bir gezgin olmayı tercih ederdim ama yine de gezebilmek güzel. 




Monday, August 24, 2015

Sürahinin Hatırı (Alt Başlık: Arbeit macht frei)


Pazartesi stresini yenmenin en güzel yolu pazar da çalışmak demişti bir şair arkadaş. Bunu demek için şair olmaya ne gerek yok değil mi? Zaten arkadaş da şair değildi. Tamam itiraf ediyorum, bu arkadaş bendim.

Bu hafta benim için pazartesi erken başladı. Detaylarına sonra gelirim. Ama önce bir yemek yiyelim çünkü çok acıktım. Bugün istikamet Tünel'deki Helvetia. Orası Asmalımescit sayılıyor da olabilir ama Tünel'e daha yakın. House Cafe'nin hemen karşısındaki ev yemekleri yapan mekana ilk açıldığından beridir giderdim. Restoran artık olgunlaşmış ve bana göre altın dönemini yaşıyor. Aynı anda 45 çeşit yemek sunan her mekanda olduğu gibi yemekler çok ahım şahım değil, fiyatlar kurtarıyor ama daha da önemlisi bence burası gerçek bir ruh hastası tarafından işletiliyor. İçerideki yeme düzeni, müessese kuralları o kadar titizce konmuş ve dikkatlice uygulanmakta ki sanki yemek yemiyor, kütüphanede kitap okuyorsunuz. Öyle güzel bir sessizlik. Yüksek tavanın altında cami avlusunda yemlenir gibi beslenen insancıklar düşünün. Ramazan kuyruğunu atlatmış dar gelirler gibi minnettar ve bir o kadar da aç.  Ama çok mutluyum burada. Zaten anneannemin evindeki sürahinin aynısının olduğu üstelik içebildiğin kadar suyun bedava olduğu bir mekanda mutsuz olmak mümkün mü? Ah anneanneciğim ah. Şimdilerde dayımın küçüklüğünden başka hemen hiç bir şey hatırlamayan bu hanım kadın evine gittiğimde nasıl da güzel beslerdi beni. Kaç köfte istiyorsun derdi, beş dersen on yapardı. Bakın siz beş köfte istersiniz o on yapar. Bunu anneniz bile yapmaz. Siz beş dediğinizde anneniz en fazla altı köfte koyar, Bilemedin yedi. Babaanne sekiz koyabilir. Yenge dört. Resmen köfte endeksi buldum bakın. Teyze de anne kadar köfte koyar. Gerçi teyze anne yarısı olduğu için onun iki buçuk buçuk köfte koyması tahmin edilebilir ama yok yok hiç bir teyze yapmaz bunu.

Mekandaki çok titiz, adeta mükemmel idare hırsı sizi biraz yorabilir de. Mesela ben son lokmamı ağzıma attığımda bir nazi kampında çalışıyormuşcasına katılıkta bir hanım sesi "masa ikiye hesap" diye seslendi kasaya. En azından ağzımı silmem beklenebilirdi çünkü belki başka bir sipariş de verebilirdim. Fakat o kız anladı yahu vallahi de anladı. Bitti bunun yemeği, gider bu dedi. O esnada talihsiz bir müşteri çay isteyecek oldu, içimden dedim ki burada yoğun saatte hayatta çay servisi yapmazlar dedim. Nazi kız da öyle dedi. Çay yok dedi. Arbeit macht frei.

Şimdi de sizlere bir pazar gecesi hikayesi anlatayım.  Pazar gecesi beraber çalışma ihtimalim olan bir yapımcıdan telefon geldi. Acilen Cihangir'e gelmemi, elinde patlayan senaryonun toparlanması için yardımıma ihtiyacım olduğunu söyledi. Doğrusu gururum okşanmadı değil. Fakat şimdiye kadar o kadar çok yarı yolda bırakıldım ki yapımcıların samimiyetine de güvenemiyorum. Çalışmamı istiyorsan hesabıma bir beş bin at demek lazım ama diyemedim. Pekiyi ben ne dedim, tabi hemen geliyorum adres alayım dedim. Bedava çalışan bir fahişe düşünün. İşte o fahişe benim. Herkes beni düzmek istiyor. Yine de işin güzel tarafından bakalım haydi. Kadıköy- Cihangir taksi paramı ödediler. Hatta taksi git gel 85 tuttu, onlar bana 100 verdi. 15 lira cepte. E bir de gittiğimiz mekanda buzlu soda içtim. 5 lirada oradan desen toplam 20 lira fena değil. Geçen haftaki buluşmada da kadehi 18 lira olan rozeden iki kadeh içmiştim. Ne etti 20+36= 56. Oha yani uzun zamandır bu kadar parayı bir arada görmemiştim. Buna da şükür. Hikayelerini de toparladım bu arada ama onlar yine dağıtırlar. Bırak dağınık kalsın demek mi lazım ne lazım. Bilemedim.




Friday, August 21, 2015

Seni yiyeceğim lahmacun

Bugün canım kebap çekti.

Ne kadar kısa ve net bi cümle değil mi. Canımız bazen kebap çeker. Sanki gerisini yazmak fuzuliymiş gibi hissettim. Böyle başka cümlelerde de vardır. “Sevgilimi Galatasaray maçına götürdüm” gibi. Ne büyük hata. “Film izlerken annem geldi” gibi. Kapat o televizyonu artık.

Bugün canım kebap çekti. Ben de Boğazkesen Caddesi üzerindeki  Peymane'ye doğru yola çıktım. İstiklal üzerinden Hollanda konsolosluğunu geçip soldan kıvrıla kıvrıla aşağı indim. Bu sokağın şöyle kuvvetli bir kar yağışından sonra kızakla kayılabilecek en güzel sokaklardan birisi olduğunu söyleyebilirim. Tabi kıvrılan bir sokak olduğu için bu işte biraz usta olmanız gerekebilir. Kızak nereden aklına geldi diyeceksiniz, hissedilen sıcaklığın 35 dereceyi geçtiği günlerde insanın içi kar çekiyor.

Kaybolmaya çok meyilli yapıma rağmen bir seferde Peymane'nin önüne geldim. Fakat dükkan ikiye bölünmüş, bir tarafı pizzacı, diğer tarafı ocakbaşı. Öğle arasın için ne fena bir kafa karışıklığı. Oysa her şey daha basit olabilirdi. Pizzacıdan girip ocakbaşı tarafına dönmek gerekiyor gibi geldi bana. E bir de ocakbaşında kimse yok gibi de geldi. İçeri gir, garsonlara sor, sonra ocakbaşının akşamları açıldığını öğren ve onca efora rağmen girdiğin yerden eli boş çık. Nihayetinde bana oraya girmek istemiyormuşum gibi de geldi. İstikamet Cihangir.

Kafa karıştıran girişin yüzünden kaçan balık büyük oldu Peymane çünkü bu blogun ortalama hiti 100. Hesabı sen yap Peymane.


Cihangir'e yönlendim. Bir saatlik öğle arasının önemli bir kısmı yolda geçmiş olacaktı gerçi. Hem de böylesine sıcak bir günde ama olsun. Biraz yokuş çıkmam gerekti ama olsun. Cezayir sokağından da geçeyim diye heves yapmamın bedeli olarak merdivenlerden indim ve aynı yokuşu yine çıkmam gerekti. Artık bu son yokuş fazla gelmişti. Son yokuş, rakının dördüncü dublesi gibiydi. Sana geleceğim Kardeşler Kebap, lahmacununu yiyeceğim. Ama bir dakika, hani kebap yiyecektim? Ne kadar da çabuk geçiyor hevesler...

Cihangir'de oyuncuların takıldığı Firuzağa kahvesinin yanındaki Kardeşler Kebap, televizyon gurmelerinden öğrendiğimiz jargonla fiyat/performans oranında yaşayan bir efsane. Üstelik Kebap yerken yan taraftaki kahvede televizyondan aşina olduğunuz bazı oyuncuları görme şansınız var. Ben tv izlemediğim için kimseyi tanımıyorum. Herkesin tanıdığı Beren Saatçi'yi de orada görmek de pek olacak şey değil. Hem görseniz ne olacak, yanında belki de Kenan da olacak. Asrın en olmaması gereken evliliği deyip devam ediyorum.

Garsona merhaba diyerek yerime oturdum. O bana merhaba demedi ya da umursamaz şekilde, iş olsun diye dedi bilemiyorum. Ben verdiğim selamı alamadım. Kaçan balık büyük oldu Kardeşler Kebap'ın ekşi suratlı garsonu, sana vereceğim bahşiş benim cebimde kaldı. O bir lira günün geriye kalanında benim cüzdanımda şıngırdamaya devam edecek.

Bir lahmacun ve bir de soda söyledim çünkü diyetteyim. Lahmacunumu beklerken kahvedekileri izlemeye koyuldum. Esas müdavimlerinin yılın bu mevsiminde Kaş'ta olduklarının bilincinde, içlerinde benim yazdığım filmlerde oynayacak olanlar var mıdır” diye düşündüm. Vardıysa kim bilir karakterlerini ne kadar iyi anlayabileceklerdi. Televizyon için yazdığımda diyalogdaki vurguyu, espriyi anlamayıp hep doğaçlamaya kaçan bir oyuncunun beni nasıl çıldırttığını hatırladım bir an. Dümdüz okusa komik olacak metinlerin anasını ağlatırdı eşşoleşek. Bir yerde karşıma çıksa dövecekmişim gibi gelirdi. Bir gün, dizi bittikten iki sene sonra Kadıköy'de karşıma çıktı. Kıyamadım.

Alışılmış lezzetteki nefis lahmacunumu bitirdim, oyuncuları kendi hallerinde bırakıp dönüşe geçtim. Galatasaray lisesinin duvarının cılız gölgesinin üzerinden, sokağın diğer yanından gelip de bu gölgeden faydalanmak isteyen başka insanların  omuzlarına sürterek yanlarından geçtim. İstikale çıktığımda İngiliz konsolosluğunun sokağına doğru teyakkuza geçmiş çevik kuvvet polislerinin yanından korkarak ama bu duygumu belli etmeyerek geçip gittim. Kim bilir kimlerin canını yakacaklardı yine.

Thursday, August 20, 2015

Bitmeyecek bir öğle arasına çıkarken

Yeni işime ilk gittiğim gün Beyoğlu'nun zengin atmosferinde çalışacak olmamın bana kendimi daha özgür hissedireceğini düşünüyordum ama hayatımın son döneminde yaşadığım olumsuzluklar iyimser olmama mani oluyordu.

Hikayeyi biraz başa sarıp ve bu satırları yazarken  artık 16 aylık olmak üzere olan bebeğimizin doğumuna yakın bir tarihe gidelim. Mart 2014 gibi  65 bölümdür süren tv dizisi yazarlığı kariyerim aniden sekteye uğradı. Bebeğimizin doğumu yaklaşırken açılmasını beklediğimiz işler tam manası ile bıçak gibi kesildi. Ne doğru dürüst bir muhattap ne de bana yardımcı olabilecek herhangi birisini bulabildiğim sekötürde yaklaşık 18 ay, kelimenin tam manası ile "pezevenklerin" elinde kaldım. Bu dönemde bana çeşitli taahhütlerle yazdırılan belki de bin sayfa için bir lira bile alamadım.  Nihayetinde uzun uğraşlar sonunda  ailemin de yardımıyla beni ihya etmeyecek ama hayatta tutacak bir editörlük işi buldum. Oldukça kuvvetli bir torpille girdiğim iş yerinde nasıl karşılanacağım konusunda çekincelerim vardı. Çünkü bu yayınevine görüşmeye geldiğimde bana elemana ihtiyaçları olmadığını "kibar bir dille" söylemişlerdi. Ben yine de bir süre beni almalarını bekledikten sonra hiç bir hareket olmadığını görüp babamın iş dünyasındaki etkinliğini kullandım ve kendimi işe zorla aldırdım. Samimiyetle söylüyorum ki bu yaptığımı biraz utanç duyulacak bir davranış olarak görüyorum. Ama bu durum çok zorda kaldığınızda yaptığınız bir hareket olarak değerlendirmeli. Benim yaptığım çok daha hafif bir versiyonu olmakla birlikte nasıl ki uçak dağa düştüğünde hayatta kalmak için ölmüş annesinin poposunu yiyen birini yargılamıyorsak beni de yargılamayalım. Gerçi siz yine de yargılarsınız.

Yayınevinde umduğumdan daha sıcak bir şekilde karşılandım. Övünmek için söylemiyorum ama sevmesi kolay biriyim. Gerçi bu yüzden benden nefret edenler de olmuştur ama neyse konudan sapmyayım. Yayınevinde insanları tanımaya başladıkça ve yapacağım iş belli oldukça kendimi daha rahat hissetmeye başladım. Allah'ım! Allah'ım yoksa hep aradığım vaha bu ofis olabilir miydi? İlk izlenimlere göre öyleydi.

Aylar süren bir aradan sonra çok değil iki üç gün içinde kendimi yeniden eskisi gibi canlı hissetmeye başlamıştım ve içimdeki sadece keyfi iyiyken şakıyan sarı kanarya çipet pet pet diye küçük küçük mırıldanmaya başlamıştır. Ve işte nihayet senaryo gibi şler haricinde, sadece kendi istediklerini yazabileceği bir iki sayfalık bir yazıyı keyifle yazabilecek dinginliğe nihayet gelmiştim. Bu fırsatı kaçırmazdım. Küçük sarı kanaryamı mutlu etmeliydim. Onu güneşe çıkarmalı, rüzgardan sakınmalı, banyo suyunu değiştirmeli, ona yumurta haşlamalı ve ötmesini sağlamalıydım. Çünkü o ötmeyince çok üzücü bir sessizlik çöküyor.

Ve işte Beyoğlu'ndaydım, kanaryam mutluydu, yolun yarısı olan 35'i bir  devirmiş, hayatımın öğle arasına gelmiştim. Her öğlen Beyoğlu'nda, Şişhane'de, Karaköy'de, Cihangir'de artık bu işe 20 dakika yürüme mesafesinde başka neresi varsa oralarda yemek yiyip bu yemeği, o gün olanları, olmasını umduklarımı ve yürüyüşlerimi, gerçekleşmeyen hayallerimi, olmamış şeyleri olmuş gibi, bazı olan şeylerden ise hiç bahsetmeden yazmayı istedim. Böyle bir girizgah oldu ama bakalım.