Thursday, August 20, 2015

Bitmeyecek bir öğle arasına çıkarken

Yeni işime ilk gittiğim gün Beyoğlu'nun zengin atmosferinde çalışacak olmamın bana kendimi daha özgür hissedireceğini düşünüyordum ama hayatımın son döneminde yaşadığım olumsuzluklar iyimser olmama mani oluyordu.

Hikayeyi biraz başa sarıp ve bu satırları yazarken  artık 16 aylık olmak üzere olan bebeğimizin doğumuna yakın bir tarihe gidelim. Mart 2014 gibi  65 bölümdür süren tv dizisi yazarlığı kariyerim aniden sekteye uğradı. Bebeğimizin doğumu yaklaşırken açılmasını beklediğimiz işler tam manası ile bıçak gibi kesildi. Ne doğru dürüst bir muhattap ne de bana yardımcı olabilecek herhangi birisini bulabildiğim sekötürde yaklaşık 18 ay, kelimenin tam manası ile "pezevenklerin" elinde kaldım. Bu dönemde bana çeşitli taahhütlerle yazdırılan belki de bin sayfa için bir lira bile alamadım.  Nihayetinde uzun uğraşlar sonunda  ailemin de yardımıyla beni ihya etmeyecek ama hayatta tutacak bir editörlük işi buldum. Oldukça kuvvetli bir torpille girdiğim iş yerinde nasıl karşılanacağım konusunda çekincelerim vardı. Çünkü bu yayınevine görüşmeye geldiğimde bana elemana ihtiyaçları olmadığını "kibar bir dille" söylemişlerdi. Ben yine de bir süre beni almalarını bekledikten sonra hiç bir hareket olmadığını görüp babamın iş dünyasındaki etkinliğini kullandım ve kendimi işe zorla aldırdım. Samimiyetle söylüyorum ki bu yaptığımı biraz utanç duyulacak bir davranış olarak görüyorum. Ama bu durum çok zorda kaldığınızda yaptığınız bir hareket olarak değerlendirmeli. Benim yaptığım çok daha hafif bir versiyonu olmakla birlikte nasıl ki uçak dağa düştüğünde hayatta kalmak için ölmüş annesinin poposunu yiyen birini yargılamıyorsak beni de yargılamayalım. Gerçi siz yine de yargılarsınız.

Yayınevinde umduğumdan daha sıcak bir şekilde karşılandım. Övünmek için söylemiyorum ama sevmesi kolay biriyim. Gerçi bu yüzden benden nefret edenler de olmuştur ama neyse konudan sapmyayım. Yayınevinde insanları tanımaya başladıkça ve yapacağım iş belli oldukça kendimi daha rahat hissetmeye başladım. Allah'ım! Allah'ım yoksa hep aradığım vaha bu ofis olabilir miydi? İlk izlenimlere göre öyleydi.

Aylar süren bir aradan sonra çok değil iki üç gün içinde kendimi yeniden eskisi gibi canlı hissetmeye başlamıştım ve içimdeki sadece keyfi iyiyken şakıyan sarı kanarya çipet pet pet diye küçük küçük mırıldanmaya başlamıştır. Ve işte nihayet senaryo gibi şler haricinde, sadece kendi istediklerini yazabileceği bir iki sayfalık bir yazıyı keyifle yazabilecek dinginliğe nihayet gelmiştim. Bu fırsatı kaçırmazdım. Küçük sarı kanaryamı mutlu etmeliydim. Onu güneşe çıkarmalı, rüzgardan sakınmalı, banyo suyunu değiştirmeli, ona yumurta haşlamalı ve ötmesini sağlamalıydım. Çünkü o ötmeyince çok üzücü bir sessizlik çöküyor.

Ve işte Beyoğlu'ndaydım, kanaryam mutluydu, yolun yarısı olan 35'i bir  devirmiş, hayatımın öğle arasına gelmiştim. Her öğlen Beyoğlu'nda, Şişhane'de, Karaköy'de, Cihangir'de artık bu işe 20 dakika yürüme mesafesinde başka neresi varsa oralarda yemek yiyip bu yemeği, o gün olanları, olmasını umduklarımı ve yürüyüşlerimi, gerçekleşmeyen hayallerimi, olmamış şeyleri olmuş gibi, bazı olan şeylerden ise hiç bahsetmeden yazmayı istedim. Böyle bir girizgah oldu ama bakalım.

No comments:

Post a Comment