Monday, September 28, 2015

Her şey batar, Mandabatmaz


Oldukça güzel bir kahveci ismi "Mandabatmaz" Bu öğlen yemeğimden sonra kahveyi orada içmeye niyetlenmiştim. Kısa bir google araştırması yapmadan da, amblemi görmeden de kahvecinin ismindeki esprinin yapılan kahvenin yoğunluğu ile alakalı olduğunu anlamak zor değil. Böylesi yoğun bir kahvede manda bile batmaz. Bunu hemencik anlamak benim için kolay oldu. Eskiden olsa bunu bu kadar kolay anlamamı çok zeki olmama verirdim. Ben hepinizi aptal sanıyordum, özür dilerim.

Mandabatmaz'ın sokağında yapılan inşaat orada oturma kararımı değiştirmeme sebep oldu. Çünkü kahve içerken bir yandan da kitap okuyacaktım ve sessizliğe ihtiyacım vardı. O kadar iddialı olmayan, herhangi bir közde kahveci dükkanına oturdum. düşünmeden de etmedim, manda zaten batmaz ki, vakti zamanında Sarıyer'den denize girip, boğazı geçip, Beykoz tarafındaki bostanları talan edebilen gerçek bir maraton yüzücüsünden bahsediyoruz. Sen zaten batırmak istesen de batmaz o manda. başka manada dediniz biliyorum ama düşünmeden edemiyorum işte.

Kahvemi içerken yayın evimizin bastığı kitaplardan birisini okumaktaydım. Geçen hafta bu kitabın oldukça met edildiğine şahit olmuş, yoksa bizim dönemiz edebiyatında bir Yusuf Atılgan, bir Tezer Özlü mü var diye düşünüp kaygıya kapılmış ve kendi yazdığım öykülerden bir dosya yapma fikrini sonsuza dek ertelemiştim. Fakat kitabın bir bölümünü okudukça bu hiç tanımadığım yazarı biraz erken gözümde büyüttüğümü fark ettim. Okudukça yaptığı işi küçümsedim, yüzümde kibirli bir gülümseme ile romanına devam ettim. Yer yer etkilendiğim anlar olsa da, bir ihtimal bu yazar kadar iyi yazamayacak olsam da, okuduğum metin o kadar da iyi değildi. Bu metin bu denli beğenildiyse benim yazdıklarım da beğenilirdi belki. Her zaman olduğu gibi kötüden emsal alıyordum işte. Çünkü iyiden emsal alınmıyor, iyi doğrudan moral bozup iştah kesiyor.

Vasat bir yazarın eseri ile motive olup bir öykü yazmaya başladım. Babamın bana orospu çocuğu diyerek kızdığı finali olan bu öykü melankolik-komik bir bir çizgide ilerliyor. Sonuna yaklaştım sayılır ama tekrar tekrar yazarım. Bu öyküyü yayın evine takma bir isimle göndereceğim. Çünkü yazarının ben olduğumu bilirlerse ve öyküyü sevmezlerse benim buradaki özgüvenim sarsılır. zaten sarsılmaya yer alıyor. Bir yandan da sarsılıp sarsılıp yıkılmıyor. İyisi mi ben öyküme döneyim. Gerçi yapmam gereken işlerim de vardı. Bırakmıyorsunuz ki yapayım.






Tuesday, September 22, 2015

Serdar-ı Ekrem, Doğan Apartmanı.



Öğlen yemeklerimi Şişhane-Tünel tarafında yediğimde bazen kahve içmek bazen de sırf havasını alayım diye geçtiğim  Serdar-ı Ekrem, belki de İstanbul'un en güzel, en zarif sokağı. Galata Kukesi'ne çıkan sokağın merkezi ise Tarkan'ın bir, Sezen Aksu'nun iki, Okan Bayülgen'in üç daire sahibi olduğu 105 yaşındaki "Doğan Apartmanı."  İnsan merak edip bakıyor tabi, bakmadan olmuyor, 2 milyon dolar civarında daireler. Bir de komşularınızın sizi onaylaması lazımmış. 2 milyonun üstüne 1 milyon da komşuları satın almak için veririm diyenleri tutmayayım, o kadar paraya değer mi bilmiyorum. Hiç bir zaman o kadar param olmayacağı gerçeğini bir kenara bırakarak, olduğunu varsaydığımız bir ortamda da oradan daire almayı düşünmem. Okan Bayülgen'i sevmiyorum çünkü. Şaka yapıyorum, elbette bu belirleyici bir sebep olamaz. Zaten Okan Bayülgen'i kim seviyor ki? Öyle olsa o binada kimse yaşamazdı.

Ne diyordum, evet buradan daire satın almak istemezdim ama elime aniden güzel para geçse, ne bileyim TRT için çekilecek olan filmimi sinemada da gösterime sokmaya karar verseler, film patlasa, Hollywood biz bunu adapte edeceğiz deyip telifini alsa, yani elime şöyle bir beş yüz bin lira geçse buradan bir yıllığına bir daire tutmak isteyebilirim. Çünkü başka başka güzel binalar ve yerler de var ve nereye gitsen aklın bir diğerinde kalıyor. Bu bağlamda tüm sermayeyi tek eve bağlamakta hareket kabiliyetini sınırlıyor.

Bakın ne anlatacağım. Eskiden çalıştığım bir şirkette çok fazla mesai yapardım. Ben fazla mesai ödemiyorlar sanıyordum. Fakat bir gün, herhalde bir dava kaybetmiş olacaklar, 3,5 senelik fazla mesaimi bana bir seferde ödediler. Maaşım dört bin lirayken yirmi bine yakın para almıştım. Hemen o yaz Büyük Ada'da bir daire tuttum. Paranın tamamına yakını bu işe gitti. Tuttuğum çatı katının iki cephesinde iki ayrı terası vardı. Bunlardan birisi İstanbul sahillerine, diğeri ise Heybeli'ye ve Marmara'nın güneyine doğru bakıyordu. Orada harika bir yaz geçirdik. Eşimle bir gün paramız olduğunda bu evi satın almanın hayalini kurduk. Fakat şimdi düşünüyorum da o yazın o kadar güzel olmasının bir sebebi de yaz bittiğinde evden çıkacak olmamız, o evi hep özleyeceğimizi bilmemizdi. Yaz aşkıydı ani bu. Sonrasında defalarca adaya gidip o binanın sokağından çıktık. Başımızı kaldırıp terasa baktık, anılarımız canlandı. Çatıdaki martı yavrusu Canısın'ı (adını biz koymuştuk tabi) düşündük.  Oğlumuz olduktan sonra da iki kere gittik. Kapıyı itsek açılır mıydı? Evin Fransa'da yaşayan Yahudi sahibi hala daireyi tutuyor muydu? Orada bizden sonra kimse yaşamamış gibi duruyordu. Ya gel bir çıkalım kilidi bozuktu dedi eşim bir keresinde, oradan içeri kafasını bir kere daha sokmak için sabırsızlanıyordu. Bizim ihtiyacımız olan zamanda bir kapıydı, gerçek kapıyı ittirip girsek ne fark ederdi?

Doğan Apartmanı da sadece güzelliği değil, yaşı, yaşanmışlığı, belki mevcut komşuları ile değil fakat yüz  yıl içinde ağırladığı kişilerin ağırlığı ile en azından bir sene, içinde yaşamayı çok ama çok cazip kılıyor. Değil dairelerin, binanın içine bile giremesek de sokağından geçmek, sokağın karşısında apartmanın duvarına bakan kahvecilerden birinde espresso içmek çok ama çok güzel.

Monday, September 21, 2015

Fransız Kültür ve Şener Şen



Bir dönem  çalıştığım Fransız şirketindeki abilerden birisi ile buluştuk Fransız Kültür'de. Dışarıdan bakıldığında kapıdaki güvenlikten ötürü içeride bir cafe olduğu düşünülmüyor ama var. Menüsü zengin değil, yemekler pek lezzetli de değil, fiyatlar da uygun sayılmaz pekiyi burada ne işimiz var? İçerisinin atmosferi gerçekte çok hoş. Üstelik aldığım hizmet kalitesi de tatmin edici. 

Buraya bundan iki sene önce o dönem beraber çalıştığım bir senaryo ekibi ile gelmiştim. Daha doğrusu beni onlar getirmişti. Türkiye'nin gelmiş geçmiş en kötü komedyenlerinden birisi için bir senaryo siparişi almıştık. Önden ufak bir avans da aldığımız senaryomuz bittikten sonra yapımcıdan veto yedik ve maalesef senaryo masada kalmış oldu. Kötü bir senaryo değildi. Sonrasında komedyene başka bir prodüksüyon yapıldı ve film Türk Sinemasının gelmiş geçmiş en karaktersiz, en vasat, en nefret edilesi filmlerinden birisi oldu. Bu vesile ile bu kötü komedyen bir daha film yapma fırsatını sonsuza kadar elinden kaçırmış oldu. Bu bakımdan bakınca isabet olmuş, sinemamız kurtulmuş gibi hissediyorum.

İki yıl önce bu mekanda buluşup çalıştığımız sırada bir masada da Şener Şen vardı. Halkın içine karışma konusunda çekinceleri olmayan, sıcak bir ünlü olarak gördüğüm Şener Şen ile farklı yerlerde karşılaşmışımdır. Yıllar önce ilk çalıştığım iş yerinden kovulmaktan beter edildiğim bir dönemde gittiğim Ara Cafe'de karşımdaki masada kendisini görünce çok şaşırmıştım. Hatta o kadar şaşırmıştım ki bir an kendisini tanıyamayıp pardon biz bir yerden tanışıyormuş acaba, benim adım Kerem dediğim de o da bana ben de Şener Şen demişti. Sonra Ara Güler beni mekandan kovmuştu. Bu dönem aynı zamanda yazar olmaya karar verip nereden başlayacağımı bilmediğim için uzun zaman sürecek bir bocalama döneminin başına tekabül eder. Bir kaç kere de Salacak'taki evimin civarında gördük. Sanırım komşuyduk. Bakkaldan alışveriş ediyordu, bakkal "Yumurta da vereyim mi Şener Abi?" dedi, Şener Şen de "Yumurtam bitmedi, yumurtada hep tedarikli giderim" dedi. Bakın bu blog sayesinde Şener Şen'in yumurtayı çok sevdiğini öğrendiniz. Bir işinize yaradı mı? Hayır. 

Uzun zaman sonra Fransız Kültür'de olmak güzeldi. Eski günlerden konuştuk. Gebze'de kendimi çok kapana kısılmış şekilde hissediyordum. Eski günler güzel miydi bilemedim o an. Gelirim fena değildi, şirkette arkadaşlık hissi vardı ama ne bileyim... Bugün bile orada olduğumu hissettiğimde gelip de göğsüme bir sıkıntı çöküveriyor.  O günler de birisi bana yazdığım senaryonun çekileceğini, benim de bir yayın evinde çalışacağımı söylesem ona inanmazdım. Hatta Gebze'de çalışırken mide kanaması geçirip hastaneye kaldırıldığım bir gün vardı. Bir çok anlamda çöktüğüm bir gündü. Hastaneden çıkınca daha çalışmayacağım demiştim ama 2-3 sene daha devam etmiştim. Şimdi biraz yol kat etmişim gibi geliyor bana. Saçma sapan heyecanlandırmak istemem ama sizin de istediğini şeyler gerçekleşebilir. Fakat kolay olmuyor. Akşam yatıp sabah kalktığınızda arzu ettiğiniz hayata kavuşamıyorsunuz, bedeller oluyor. O yüzden sizlere tavsiyem hayal kurarken tedarikli gidin.