Gerçekten ama gerçekten çok yorulmuştum.
Bir kahve içmek istediğimde karşıma çıkan seçeneklerin bolluğu yüzünden hasta olabilirdim. Bakın şöyle kabaca bir gruplamak gerekirse; espresso türevleri, sütlü espresso türevleri, filtre kahve ve üçüncü jenerasyon seçenekleri, bir de bunları ne tip kahve ile içmek isteriz acaba? Yani kahvemiz hangi memleketten gelsin? Pekiyi kahvemiz nasıl kavrulmuş olsun? Soğuk mu sıcak mı olsun. Kağıt bardak mı yoksa fincan mı? Burada mı içeriz yoksa orada mı? Orası neresi? Orada bir köy var ya hani uzakta? O köye gidelim. Türk kahvesinden başka bir şeyler içmedikleri o mesut günlere gidelim.
Gittim.
İstiklal Caddesi'nde Tünel'e yakın bir yer olan Suriye Pasajında Mustafa Amca'nın kahvesini içtim. Yerde tahta tabureler, üzerlerine örtülmüş otantik kilimler. Yazın en sıcak günlerinde bile havadar olduğunu hissettiren, iki farklı cepheye bakan büyük bir koridoru ile Suriye Pasajı, bana kendimi memleketimde turist gibi hissettirdi. Ne olmuştu bize böyle? Nereden çıkmıştı o kahveler? Kahve işte böyle bir şeydi. daha doğrusu hem öyle bir şeydi hem de böyle bir şeydi ama biz, haydi sizi geçtim kendime atayım bütün suçu, ben kahve sadece öyle bir şeymiş gibi davranıyordum. Ristretto, Espresso'nun kabaca %75'i kadar. Tadı klasik espressoya kıyasla daha sert olmasına rağmen kafeini daha az. Ne işime yaradı bu kadar bilgi benim? Üstelik evdeki kahve makinesinden hemen hemen istediğim hiç bir lezzeti alamamıştım.
Mustafa Amca'nın kahvesi sevdiğim iri, geniş ağızlı, dibe doğru daralan bir fincanda geldi kahve. Tam köpüğü höpürdetmelik. Höpürdettim. Hatta kahveyi bitireceğime yakın köylü gibi fincanı elimde şöyle bir çevirip az kalan kahveyi telveyle karıştırıp içtim. Uzun zamandır Türk kahvesi içmediğim için başlarda lezzeti yadırgamış olsam da sona doğru ağzımın tadı iyice gelmişti. Sadece Türk kahvesi içilen günler... Ne de güzeldi seçeneksiz günlerimiz. Fakirdik ama kafamız rahattı. Bir şeyler kaçırıyormuş gibi hissetmiyorduk. Özal'dan sonra marketlere giren Nescafe, çok büyük bir zenginlik gibiydi. İçtiğimizin ne fena bir şey olduğunu anlayana kadar yıllar geçti. Bazısı hala da farkında değil. Dedemin çarşıdan taze alıp evde bizzat kavurduğu, elinde çekip yaptığı kahveye nasıl sırtımızı dönebildik? Evcil hayvanımızı ormana bırakıp eve gazlayan insanlardan bile daha kötüydük.
Trajediye ara verip biraz da gerçeklerden bahsetmek istiyorum. Türk kahvesi çok kavrulmuş, ince çekilmiş Brezilya kahvesinden yapılıyor. Bildiğim kadarı ile Türkiye'de tükettiğimiz kahve, dünyada pek rağbet görmeyen alt sınıf bir kahve. Genellikle aynı çekirdekten yapılan, aynı şekilde pişirilerek yapılan Türk kahvesini de çeşitlendirip turistlerin akıllarını karıştırıp onlardan biraz intikam alabiliriz. Hem içilen kahvenin isminde belirleyici olan kahvenin çekirdeği değil, pişirme yöntemidir. Mesela espresso kahvesi diye bir şey yok, siz istediğiniz kahveden espresso yapabilirsiniz. Damak tadınıza göre seçiverin. Türk kahvesini Brezilya kahvesinden yapmamız bence oldukça komik. Kahve Yemen'den gelmemi mi bize? demek ki bu işin köküne inmek gerekirse Türk kahvesini Arabistan yarım adası, ya da en olmadı o bölgeye çok yakın olan (şimdi google'dan baktım) Ethiopia'dan gelen çekirdeklerle pişirik içmek gerekmez mi? En azından bir denemek lazım. Çünkü bence Türk kahvesinin dünya piyasasına çıkamamasının sebebi pişirme yöntemi yüzünden değil, kötü çekirdek kullanılmasından ötürü.
Bu konuda söylemek istediklerim bu kadar.